28 Mayıs 2007 Pazartesi

EZAN SESI

28.05.2007
MİLLİYET GAZETESİ
Sayın Melih Aşık dikkatine



Biz 5 yıldır Boston’daki kızım ve torunları görmek için Amerika’ya gidiyoruz. Son seyahatimizde yine her defasında olduğu gibi kızım bizi havaalanından aldı. Şehirden geçip eve doğru gidiyoruz. Şehir merkezinden 20 km uzakta Waltham diye bir yerde evleri.Giderken tesadüfen soruyorum: “Birsen sadece bu caddenin üzerinde bu kadar kilise var, sizin yakınınızda da vardır mutlaka, çan çalmıyor mu, rahatsızlık vermiyor mu?” “Bu çanlar hiç çalmaz ki !” “Niye ? Pazar günleri ayin yok mu?” “Var ama çan çalmaz, ben 5 senede 5 defa çan sesi anca duymuşumdur“ diyor. Türkiye’mi hatırlıyorum.
Bu ezanlar ki şahadetleri dinimin temeli
Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli.

Evet doğru, ne güzel ancak günde 5 kere. Özellikle sabah ve yatsı ezanlarında genç bir müezzinin tüm hançeresinden çıkan ve ithal bir aletin en yüksek volume yükselttiği bir sesle ezan okumanın doğru olup olmadığını bu semavi dinin mensupları hiç düşünmezler mi merak ediyorum. Ben hep düşünürüm o caminin yakınındaki bebeğini uyutan anneyi, sabah erken işe gitmek zorunda olan çalışanı, öğrenciyi, uyuma zorluğu çeken hastayı, yakındaki otelde uyumak için para ödeyen turist müşteriyi... Bunlar düşünülmeli mi yoksa hiç düşünülmemeli ve söylenmemeli mi? Sefaköy’de ezan okunuyor, Yenibosna’da yer yerinden oynuyor.
Valla bu iş öyle çığırından çıktı ki, ne Amerika’da ne Vatikan’da ne Endonezya’da ne de Suudi Arabistan’da ibadete çağrı Türkiye’deki gibi bu derece zevksiz, estetikten yoksun yapılıyor olamaz.
Allah akıl, fikir basiret ihsan etsin” diyorum. Başka ne diyebilirim?...

M. Sururi TOMRUK

NEWYORK'tan YEŞİLYURT'a

21 SUBAT 2007
Biz 5 yıldır Boston’daki kızımızı ve torunları görmek için Amerika’ya gidiyoruz. Bu yılbaşı İstanbul’daki damat, işleri için Newyork’a gidiyor karısı ve çocukları ile.” Hadi bizde gidelim, hem torunlarla birlikte oluruz hem de onlarla birlikte lisan sorunumuz olmayacağı için 1 hafta New York’ta kalır, yıllardır arzu ettiğim Metropolitan Museum’u görürüm” dedim.



Manhattan’ın hemen hemen en merkezi yerinde bir otele yerleştik. 2. gün Pazar, damat bizi kiraladığı bir arabayla Washington’a götürdü. Beyaz Saray Kongre Binası, bakanlıklar ve elçilikler caddesini gezdik. Ne yazık ki! Burada bizim bayrağın asılı olduğu binayı hiç sevmedim. Zaire mi, Zambiya mı? Bir Afrika ülkesinin binası bizimkinden güzeldi, çok üzüldüm. Sonra o görkemli Lincoln Anıtı’nı ve T.Jefferson Anıtlarını gezdik. Kore Şehitleri Anıtı’ndaki siyah mermere işlenmiş asker resimlerinden de çok etkilendim. Üst düzey sanatsal bir yapımdı.

Ve sonra Birgün’ün ve Faruk’un 15 yıl önce okudukları Washington DC’yi gezdik. Okul; yeşillikler içinde çok sevimli ve güzel bir yer. Kızım anlatıyor: “baba ben ilk şu pansiyonda kaldım, şu binada derslere girdim, Faruk’la şurada tanıştık. O şu binada okudu, şurada diploma aldı, şu caddede oturdu, her akşam şurada yürür, şurada kahve içerdik. Gördüğümüz her şeye hayran kalıyoruz. Harika bir gün ve inanılmaz bir nostalji yaşıyoruz. Washington Müzesi’ne zaman kalmadı, New York’a dönüyoruz.
Ertesi gün hanımlar alışverişe gidiyor, damat beni taksi ile Metropolitan Museum’a bırakıp iş görüşmesine gidiyor. Saat 4’e kadar bu mabette geziyor, her resmin her objenin karşısında rahmetli Sevgi Hanım’ı düşünüyorum. Kim bilir bu şeylere ne derin bir aşkla bakıyor ne hazlar alıyordu. O üstün kültürü ile “Metropolitan benim mabedim” derdi.
Evet burası bir mabed.
New York’un caddeleri New York’un binaları, New York’un ihtişamı inanılmaz... Hani biz asil Türk Milleti olarak deriz ki, “Onlar 200 yıllık biz 600 yıllık bir devletiz.” Valla gördüklerim bana hiçte öyle gelmedi. Bu bayındırlık bu medeniyet bize göre en az 2000 yıllık bir emek, görünüm ve refah sergiliyor. New York’ta tek başıma gezdiğim 4 günde Thames – Sukar’dan, Rockefeller Plaza, Empire State Building, Hürriyet Heykeli, Metropolitan Museum’a. nereden çıksam yürüyerek otele gelecek kadar Manhattan’ı tanıdım.

Dünyanın en büyük yaşam yeri bir taraf sahilden uzunlamasına her 100 m ara ile 1.2.3.4.5. (Fifty Avanue) 6 (Madison Square) 7. (Parkavenue) 8. 9. ve ilah ana caddeler uzanıyor, bu caddelere dik 50m ara ile 1’den 80 küsüre kadar sokaklar, o kadar basit o kadar ilahi bir plan ki, öğrendiğiniz anda şehri seviyorsunuz.
Binalara dikkat ettim. Küçük-büyük tüm binaların tabanları yere geniş basıyor. Bina yukarı doğru daralarak çıkıyor. Bizim Yeşilyurt’taki gibi elma şekeri misali dar bir alanda yere tutturulup yukarıda genişleyen bir tane bina görmedim.
Hafta sonu damatlar Türkiye’ye döndü. Biz hanımla Boston’a gittik. Kızım Birsen bizi gelip aldı. Şehir merkezinden. 25 km uzakta Waltham diye bir yerde evleri. Giderken tesadüfen soruyorum: “Birsen sadece bu caddenin üzerinde bu kadar kilise var, sizin yakınınızda da vardır
mutlaka, çan çalmıyor mu, rahatsızlık vermiyor mu?” “Bu çanlar hiç çalmaz ki !”

“Niye ? Pazar günleri ayin yok mu?” “Var ama çan çalmaz, ben 5 senede 5 defa çan sesi anca duymuşumdur“ diyor. Türkiye’mi hatırlıyorum.
Bu ezanlar ki şahadetleri dinimin temeli
Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli.
Evet doğru, ne güzel ancak günde 5 kere. Özellikle sabah ve yatsı ezanlarında genç bir müezzinin tüm hançeresinden çıkan ve ithal bir aletin en yüksek volume yükselttiği bir sesle ezan okumanın doğru olup olmadığını bu semavi dinin mensupları hiç düşünmezler mi merak ediyorum. Ben hep düşünürüm o caminin yakınındaki bebeğini uyutan anneyi, sabah erken işe gitmek zorunda olan çalışanı, öğrenciyi, uyuma zorluğu çeken hastayı, yakındaki otelde uyumak için para ödeyen turist müşteriyi... Bunlar düşünülmeli mi yoksa hiç düşünülmemeli ve söylenmemeli mi? Sefaköy’de ezan okunuyor, Yenibosna’da yer yerinden oynuyor.


Kızımızla Türk yemekleri yaparak, Suriye asıllı Amerikalı damadın dışarıdaki akşam yemeklerine katılarak ve dünya tatlısı torunlardan azami enerji depolayarak çok güzel bir 15 gün yaşayıp ülkeye dönüyoruz.
Evet İstanbul’da Yeşilyurt’taki evimize döndük. Ben bu yazıyı zaten Amerika’ya gittiğim için değil İstanbul’a döndüğüm için yazıyorum. İstanbul nasıl Türkiye’nin en güzide kenti ise, bizim 30 yıldır severek yaşadığımız Yeşilyurt’ta İstanbul’un en güzide semtlerinden birisi.
Geldikten birkaç gün sonra hanımla akşam yürüyüşü ile Yeşilköy’de kızıma doğru gidiyoruz. Yanımda bir araba durdu. “Affedersin filan sokak nerede acaba” “Valla bilmiyorum öyle bir sokak var ama yerini söyleyemeyeceğim” içimden diyorum ki “ ben ne bileyim kardeşim burası New York mu? Otelin önünde sorsa “52. sokak neresi” diye “buradan 7. sokağı say, sağa gir” derim. Burada herhangi bir teknik düzen, ölçü yok ki. Aynı cadde üzerinde Menekşe Sokak, Saadetli Sokak, Hareket Ordusu Sokak, Ergenekon Sokak, Tayyareci Muzaffer Sokak ayrıca 4 tane ana cadde Hat Boyu Caddesi, Gazi Evranos Caddesi, Serbesti Caddesi, Sahil Caddesi... Artık gecenin bir vaktinde elindeki adresten ara ki bir bileni bulasın.
Bizim evden Yeşilyurt Klüp arası 300 m. Evden Yeşilyurt Klübü’ne Sipahioğlu Cd.’nin kaldırımından yürümek nasip olmuyor. Hanımla arka arkaya tek sıra yolda yürüyoruz. Çünkü bu kaldırımlara ve güzelim Yeşilyurt’un tüm geniş rahat kaldırımlarına Türk Milleti’nin asil, zengin, elit ve kahraman evlatları lüks arabalarını park ediyor. 30 yıldır ne bir belediye başkanı, ne bir vali, ne bir sorumlu merci “bu arabalar kaldırımda ne arıyor, kentin kaldırımları develer için değil, insanlar içindir” demiyor. Tabi Amerika’da böyle bir tane vaka görmek mümkün ve olası değil.
Tütünün mucidi, dünyada tütünün tatlandırıcı, ıslah edici ve en büyük satıcısı Amerika’da hiçbir kapalı mekanda hatta içiciden başka bir tek kişinin bile yaşadığı özel mekanlarda da sigara içilmiyor. “Darısı bize Yüce Rabbim” diye geldim Amerika’dan. Ancak tüm bu hayran olduğum şeylere rağmen Amerika dünyada nasıl bu kadar salakça ve ahmakça işler yapıyor anlayabilmiş değilim.
Ben isterim ki, dünyanın neresinde bir güzellik var o burada, benim memleketimde olsun. Ona tüm güzellikler her yerden daha çok yakışır.
M. Sururi TOMRUK

23 Mayıs 2007 Çarşamba

24 Nisan 2007 Hürriyet Gazetesi ANKARA

Değerli Bekir COŞKUN Bey;
Aslında bir çok yazınız bunu hak ediyordu. Ancak memleketimizin hiç hak etmediği bazı kişiler tarafından suni olarak yaşatılan şartlar size o bir orduya bedel muhteşem yazıyı yazdırdı. Bana da onu bedeli mukabilinde yeniden yayınlatma fikrini verdi.
İlk olduğunu bilmeden, çevremde bu kadar kabul göreceğini tahmin etmeden, üstelik ertesi gün tarafınızdan tüm bir günlük yazıyla taçlanacağını hayal bile etmeden yaptıgım bu eylemim ziyadesi ile mutlu etti beni ve ödediğim bedeli unutturdu.
Gönül dolusu teşekkürler. Benim Atatürkçü’lüğümü ülkeye tescil ettiniz. Allah’tan daha ne dileyebilirim ki?
En Samimi Saygılarımla,


M. Sururi TOMRUK
HÜRRİYET GAZETESİ ANKARA 30.04.2007



Değerli Bekir Coşkun Bey

Haftasonu gittiğim kaplıca otelinin lobisinde tesadüfen alıp okuduğum “Hakim bu evliliği tek celsede boşar.” Başlıklı yazıyı da (Yılmaz Özdil) aynen sizin yazınızı olduğu gibi paraya kıyıp yine Vatan’da aynen yayınlatacaktım. Fakat sizin yaptığınız gibi onunda ertesi gün benden bahseden bir yazı yazmasından korktum. Çünkü ben artık hayatımın sonuna kadar Bekir Coşkun’un “Beklemek” başlıklı yazısı üstüne taltif, iltifat her neyse almak istemiyorum. Bu bana ömrüm boyunca yeter.
Ancak bu arkadaşında benden böyle bir takdiri hakettiği bir gerçek.
Eline yüreğine sağlık.

Sevgiler, Saygılar

M. Sururi TOMRUK








27 Nisan 2007 SABAH GAZETESİ


Hâkim, bu evliliği tek celsede boşar
Mesele 367 değil aslında.
Mesele demokrasi.

Kaç oy aldın?
Yüzde 34.
Yani, 3 kişiden 1'i.
Ekle, sandığa gitmeyenleri...
4 kişiden 1'i.
O da, taaa 5 sene öncesinin rakamı.

Meclis sende.
Meclis başkanlığı sende.
Başbakanlık sende.
Cumhurbaşkanlığını istiyorsun.

Şu örnek herşeyi anlatır sanırım...

4 arkadaşız.
Senin sevdiğin yemeği yiyoruz, senin sevdiğin şarkıyı dinliyoruz, senin tuttuğun takımı tutuyoruz, senin istediğin filmi seyrediyoruz, senin tercih ettiğin diziyi zaplıyoruz, senin beğendiğin elbiseyi giyiyoruz, senin istediğin yere tatile gidiyoruz, senin canının çektiği meşrubatı içiyoruz, senin takdir ettiğin gazeteyi okuyoruz, senin istediğin otomobile biniyoruz, senin beğendiğin kuaföre gidiyoruz, senin istediğin dükkandan alışveriş ediyoruz... Sen ne dersen, o.
Otur diyorsun, oturuyoruz.
Kalk diyorsun, kalkıyoruz.
Sen istiyorsun diye ortak tapulu mallarımızı satıyoruz, sen seviyorsun diye sevmediğimiz adamlarla görüşüyoruz, sen küssün diye sevdiğimiz insanlarla bozuşuyoruz.

4 arkadaşız...
3'ümüzün hiç söz hakkı yok.


Üstelik, içimizden biri, küçücük bir insani itirazda bulunup, "ben imambayıldı değil, musakka yemek istiyorum" dediği zaman... Köpürüyorsun, öfkeyle bağırıp, "darbeci" diyorsun, "faşist" diyorsun,
"çirkinleşme" diyorsun, "seviyesiz" diyorsun, "hukuku zorlama" diyorsun.

Bırak arkadaşlığı...
Nikahlı bile olsak, yürümez.


Mesele 367 değil çünkü.
Mesele demokrasi.

8 Mayıs 2007 vatan gazetesi10 sayfa


Bekir COŞKUN  bcoskun@hurriyet.com.tr

Göbeğini kaşıyan adam...


Atatürk'ün kızları al bayraklarla yürürken, bu ülkenin aydınlık yüzlü erkekleri meydanları doldururken, çocuklar annelerinin-babalarının elini tutup yarınlarına şimdiden sahip çıkmaya kalkarken...
Göbeğini kaşıyan adam uzakta bıyık altından güler.
Ve sandık ortaya konulduğunda...
Göbeğini kaşıyan adamın dediği olur.
Çünkü demokrasi, bilinçte aşağı-yukarı eşit insanların rejimidir. Bir toplumun çoğunluğu "göbeğini kaşıyan adam" ise, orada demokrasi olmaz, olamaz...
Tayyip Erdoğan işte ona güvenir:
Göbeğini kaşıyan adama...


TÜRKİYE’DE SİYASETTE, MEDYADA, BİLİMDE, BÜROKRASİDE, TİCARETTE ÇOK AKILLI İNSANLAR OLDUĞUNA İNANIYORUM.

Ancak son günlerde artık hiçbirinin Bekir Coşkun kadar akıllı olmadığını düşünmeye başladım. Çünkü hiçbirinin “Göbeğini Kaşıyan Adam” dan haberi yok.
Her kesimden tüm akıllı insanlar tutturdu “çözüm seçimde” diye. Birkaç gün önce televizyonda tesadüfen Yiğit Bulut isminde bir konuşmacıyı gözümü kırpmadan 2 saat izledim. Bu kadar akıllı (tabi bana göre) bu kadar sağ duyulu ve memleket hayrına bir konuşma olmaz. O da seçimin en sağlıklı sonucu getireceğini söylüyor halk seçerse. Büyük Türk büyüğü ve devlet sırlarının kendisine emanet edildiği (ben buna hasbel kader diyorum) devlet adamı ABDullah Gül nam şahsı kendisinin de kabul edeceğini söylüyor.
Sevgili kardeşim Yiğit Bulut sen akıllı bir adamsın ama sen de ne yazık ki Bekir Coşkun kadar akıllı değilsin. Seninde “Göbeğini Kaşıyan Adam” dan haberin yok. Sen büyük devlet adamı şahsın cumhurbaşkanlığını kabul edersin ama ben etmem. Ben Üç Silahşörler’in bu saatten sonra devletin tepesinde hiçbir görevde kalmasını istemem. Ama Bekir Coşkun’un tespiti doğrudur. “Göbeğini Kaşıyan Adam” ne yazık ki (ben burada sırıtamıyorum) buna muktedirdir ve onlarda ona oynuyorlar zaten. Üç Silahşörler aslında 4 kşiydiler, Atos, Protos, Aramis, Dartanyan. Suudi eğitim bakanını da katarsak bunlarda 4 oluyorlar.

Bunların kafalarındaki Türkiye fotoğrafının ne olduğunu diğerleri bilmese de Tandoğan ve Çağlayan mitinglerine katılanlar fert fert biliyorlar. Yüce Rabbim nasip etmedi ben gidemedim. Ben onlara Tandoğan ve Çağlayan HACI’ları diyorum. Onlar bence kutsanmış takdis edilmiş insanlar.
Ben iddia ediyorum ve Yüce Rabbime inandığım kadar inanıyorum ki bu üç silahşörler bir süre sonra bu ülkede Alexandır Dumans’ın Üç Silahşörler’i kadar bile hatırlanmayacaklar. Çünkü Türkiye sevgisinde de Türklük aidiyetinde de samimi değiller.
Sayın başbakan milletim, milletim derken Yekta Güngör Özden’i, Zülfü Livaneli’yi, Yiğit Bulut’u kastetmiyor. Onun için tek bir insan türü var. “Göbeğini Kaşıyan Adam” Onlar Atatürk’ün makamını Atatürk’ü sevdikleri için değil, orayı katletmek için, tecavüz etmek için istiyorlar. Kalplerinin tüm derinliklerine kadar Atatürk’ten nefret ettiklerini biliyorum ve bende bütün kalbimle en az o kadar kendilerinden nefret ediyorum.
Buyursun, şimdi çıksınlar oraya eğer çıkarlarsa da bilsinler ki yine Atatürk’ten kalan Cumhuriyet mirası ile çıkmış olacaklardır.

M. Sururi TOMRUK

26 NISAN 2007 PERŞEMBE VATAN GAZETESİ 11 SAYIFA

SAYIN EKSELANS

Sayın Bay Erdil Akay;
Siz bir tarihte İsveç büyükelçiliğinde Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni temsilen bulunmuşsunuz ve yıllar sonra nereden aklınıza esti ise gazeteci-yazar ve ülkenin çok değerli bir müzik adamı olduğunu bildiğim Zülfü Livaneli’nin sizin İsveç’te hem de görevde olduğunuz tarihten önce Türkiye aleyhine zararlı faaliyetlerde bulunduğu hatta THY Bürosuna karşı fiili terör eyleminde bulunduğu hakkında internette yayın yapmışsınız.
Sayın Ekselans, değerli yazar ve bilimadamı Zülfü Livaneli okuyucusu ve takdir karı olduğum tüm hayatı boyunca vehmettiğiniz eylemlere bir dakika karışması mümkün olmayan bir insan olduğuna kefil olmak istiyorum.
Sizinle bir bahse girelim, 3 kişi veya 300.000 kişi jüri olsun. Ben size karşı ismimi ve aklımı ortaya koyayım. Sizin dedikleriniz doğruysa bana deli desinler. Benim dediklerim doğruysa siz Zülfü Livaneli’den özür dileyin.
Belki de kamuoyu abarttığımı veya gerçekten deli olduğumu düşünecek. Ben ayrıca Zülfü Livaneli’nin çok acilen bu ülkeye cumhurbaşkanı hatta beraberinde hemen İlhan Kesicinin başbakan olmasını öneriyorum veya arzu ediyorum – hayal ediyorum.
Bugünkü yönetim ne kadar demokratik teamüllere uyarsa uysun Türkiye için asla nihai çözüm değildir. Sadece ülkenin kayıp yıllarına ilavedir.
Lincoln’ü hatırlamaktan kendimi alamıyorum. “Demokrasi sistemlerin en iyisidir demiyoruz, en az kötü olanıdır.”
Bizimki en az kötü olan da değil olmaması gereken absürd bir sistem. Ancak henüz farkında olması gerekenler farkında değil. Aman yeter ki istikrar bozulmasın !
Fatih’in orduları Bizans’ı kuşatmış, yeraltından lağımlar kazarken, Haliç’e karadan gemiler indirir, boğazın girişine Rumeli Hisarı’nı yaparken Bizans’lı tüccarlar imparator Paleologos’a külliyetli miktarlarda mal satıyor, çok tatlı paralar kazanıyorlardı.
Sarayda Paleologos ve adamları da meleklerin cinsiyeti nedir acaba? erkek mi dişi mi? Tartışması yapıyorlardı.
Tanrı bizi korusun.

M. Sururi TOMRUK

LÜTFEN TIKLAYINIZ





21 April 2007

BEKLEMEK
Bekir COŞKUN

OLSUN...
Ben randevu yerimiz bu köşede sizi yine de beklerim.
Endişeli bir sevdalı gibi.
Terk edilme korkusu içindeki sevgilinin "gelecek-gelmeyecek" evhamı içinde, burnumu arada bir civciv gibi uzatıp yollara bakarım.
Elimde kelimelerden bir buket, içinde harflerden çiçekler, evhamdan çizgi çizgi gözlerim.
Bıkmadan beklerim...
Dün meslek hayatımda bir ilki yaşadım. Arkadaşlarımıza göre ise Türk medyasında ilk bu:
Önce kimi tanıdıklar telefon açıp, "Vatan Gazetesi’ne geçmişsin, ilk yazını okuduk, hayırlı olsun" dediler.
Onlara öyle bir şey olmadığını özenle anlattım:
"Geçsem, geçtiğimden haberim olurdu. Bir defa geçtiysem burada olmamam lazımdı. Burda olduğuma göre demek ki geçmedim..."
Vatan Gazetesi’ni açıp baktım; evet benim yazım, üzerinde fotoğrafım, köşem olduğu gibi orada.
Meğer yürekli okurum M. Sururi Tomruk, geçenlerde yayınlanan "İstemem..." başlıklı yazımı "ilan" olarak Vatan Gazetesi’ne vermiş, olduğu gibi bir köşe yazısını...
Telefonla da bizim Leyla’ya, "O yazıyı daha çok insan okusun istedim, parasıyla ilan olarak verdim" diye not bırakmış.

Elbette gurur duydum.

Çünkü medyada böyle bir şeyin ilki-milki olmak bir yana, bir okurun yazarına sahip çıkmasının ne kadar önemli olduğunu, okur ile yazarların aslında birbirini tamamladıklarını, okurları yanlarında olmadığında yazarların bir hiç sayılacağını düşündüm.

Sonra...

Sonra; bir vefalı okurum, öbür gazetelerin okurlarına da ulaşsın diye (kim bilir ne kadar para vererek) yazımı ilan olarak yayınlatırken... Bizim medyaya kızan kimi okurlarımın bana attıkları "elveda" notlarını okudum bir bir.
Olsun...
Ben bu köşede beklerim.
Elimde özenle topladığım sözcüklerden buketim.
Terk edilmiş sevgililerin evhamı içinde, yüreğimde "ya gelmezse" korkusu...
Bu olanlara canım sıkılır.

Yüreğimde endişelerim, endişelerim...